Ülkemin en önemli problemi zihniyet ayrışmasıdır. Araplaşma ve batılılaşma sürecinde üçe ayrılan zihniyet dünyamızı yeniden birleştirmediğimiz müddetçe ne ulusal birliği ne de insanlığa bir çözüm üretme şansı bulabiliriz.
Bir ontolojik tutum, her şeyden önce bir dünya görüşüdür. Sıfırdan yeni bir ontoloji sunacak değilim elbette ama var olan varlıkbilim tanımlarından herhangi birini biraz renklendirerek tercih etmek durumundayım. Aksi halde temeli olmayan binanın akıbetinden sual edilemez.
Tanrı, evren ve insan arasındaki ilişkilerin bir kabul olarak netlik kazandığı metafizik çanağımız olmaksızın hiçbir sosyal ilimde tutarlılık sağlanamayacağını hatta yerlilik iddiasındaki aydınların uzlaşamadan boşa kürek çekmeye devam edeceklerini düşünüyorum. Aydınlarımızın havsalaya sığmayan gafletlerine son verecek her teşebbüs kıymetli. Cemil Meriç’in “her telkine açık, tembel ve serseri bir tecessüs…” olarak tanımladığı okumuşumuz, durgun bir su gibi. Ama ihtiyacımız berraklık. Bulanmadan berraklaşır mı? Zor. Atılan bir taş, bulandırsın yeter!
Tarih, psikoloji, sosyoloji ve benzeri bütün sosyal bilimlerde ontolojik kabul önemlidir ve önemli olduğu kadar, sosyal bilimlerin üzerine inşa olduğu metafizik bir çanak anlamında, zeminidir de. Varlığı da yokluğu da deneysel yöntemle ispat edilemeyecek konularda bir ön kabulünüz olmak zorunda. Yapılması gereken, kabulünüzü çağdaş bilimsel gelişmelerle test etmektir ve güncellemektir.
Hemfikir olduğumuz bir metafiziğimiz yok ise inancımız da halk seviyesinde mitolojik, okumuşlar nezdinde ise psikolojiktir. Yeryüzündeki varlığımızın bir anlamı olmalı değil mi? “Nereden geldik?”, “Neredeyiz?”, “Varış nereye?”... Tarih felsefesi bu sorularla başlar. Süreçlerin belirlenimleri, yasalılıkları, yönleri ve amaçları bu sorularla şekillenir ve bunlara verilen cevaplar anlam üretir. İşte bu anlam verme çabasıyla felsefe metafiziksel alana kayar. ‘Ne vardır?’ sorusuyla ontolojiye, ‘Neye var deriz?’ merakıyla da epistemolojiye açılırız.
Ontoloji varlık bilimidir; varlığa dair sistematik inanış… Sait Başer’in tasnifine göre, insanlık tarihinde dört türlü varlık telakkisinden bahsedilir; kaotik, politeist, düalist ve monist… Ve bunların arasına girmiş bir takım ara anlayışlar…
Kaotik varlık anlayışının yansıması pozitivizmdir. Eski Yunan filozoflarından çağımıza kadar bu anlayışın ön kabulü, evrenin ezeli ve ebedi olmasıdır; temel özelliği mekanik yani zorunlulukçu bakıştır. Determinizmin yeşerdiği bu zeminde özgürlüğe yer yoktur.
Politeist varlık anlayışı, çoktanrıcılığın hayata bakışını yansıtır. Parçalı, ayrık ve birbiriyle çatışan varlıklar olarak tecelli eder. Eski Yunan, Çin, Hint’teki kabullerin, sosyal hayatın ve kültürün beslendiği ortamdır. Çok tanrılı yapılar, varlığı da parçalamayı ve varlığın elemanları arasında bitip tükenmeyen bir mücadeleyi de bize söyler. Aslında bu bize varlık anlayışı ile inanç arasındaki ilişkiyi de gösteriyor. Parçalı varlık algısı siyasi ve sosyal yaşantıda da kendini gösterir ki farklı coğrafyalardaki toplumların tarihsel analizlerini yapmak daha da kolaylaşır.
Düalist varlık anlayışı, nesneler âlemi ile aşkın Tanrı’yı birbirinden ayırır. Aşkın Tanrı kişi Tanrı’dır. O’nun yarattığı, kontrole ettiği, kendi arzu ve niyetine göre şekil verdiği bir dünyada görevi kulluk olan yaratılmışlar ayrı varlıklardır. Bu anlayışta, kendi varlık değerinin üstünde ‘Efendi Tanrı’yı kabul etmek söz konusudur. Aşkın Tanrı’yla nesnel âlem ayrı kategorilerdir. Nesnel âlem sürekli oluş-bozuluşa tabidir. Oluş ve bozuluşa tabi olmayan tanrısal cevher ayrıdır ve kendi düzlemindedir. İnsanın görevi kulluk yapmaktır.
Monist varlık anlayışı ise tüm evreni tek bir varlık olarak kabul etmektir; yani varlık-Tanrı ayrımını ortadan kaldırır. Monist varlık anlayışının da içkin ve aşkın olarak iki türlü yaklaşımı söz konusudur. Aşkın monist anlayış ‘Yeni Platonculuk’ olarak kabul görürken, içkin monist anlayışın zirve ismi Spinoza’dır. Aşkıncı Yeni Platonculuk gibi Spinoza, Deleuze çizgisinde temsil edilen içkin monist varlık anlayışı da deterministtir.
Benim teklifim, özgürlük-zorunluluk birlikteliği gibi içkin-aşkın birlikteliğini temsil eden Sadrettin Konevi metafiziği üzerinden güncelleme yapılmasıdır. Çünkü bu anlayışta söz konusu olan, varlığın, esas itibarıyla Tanrı’nın kendini açmasıyla ortaya çıkması ve ilahi niteliğini yani özgürlüğe alan açan irade sahibi olma vasfını kaybetmemesidir. İslam tasavvufundaki vahdet-i vücut telakkisi, Türklerdeki ‘töre’ inanışı, Budizm’in bir kolu da böyle bir varlık anlayışına sahiptir. Tanrısallığın ‘ben’ içindeki sürekliliği özgürlüğün teminatıdır.
Teklifimin adı ‘Gönül Ontolojisidir.’ Aşkın-içkin birlikteliğini sağlayan bütüncül monist varlık kabulüdür bu. Birlikteliğin sınırını ayrıştırmadan bir arada tutan canlılık kuvvetidir. Sınırın öte tarafı ilahiyatın konusudur. İçkin monist anlayış sahipleri gibi sınırın ötesi yok demek de bir kabuldür ama sınır varsa sınırın ne’liği ancak içkin-aşkın birlikteliği olarak bütüncül bakışla açıklanabilinir.
Gönül ontolojisi âleme Yunusça bakmaktır.