Aydınlanmada “ Dil” önemlidir.

1072 yılında yazılan Divan-ı Lugat it- Türk, Türklerin o yıllarda öz dillerini koruduklarını ve Araplara Türkçe öğretmek için çabaladıklarını gösteren yazılı bir belgedir.

Karamanoğlu Mehmet Bey’ in bunlardan 200 yıl sonra 1277’ de verdiği,

“Bundan böyle her yerde Türkçe konuşulacak, Türkçe yazılacak” buyruğu ise, 1277’ lere gelindiğinde Türkçenin Arapça, Farsça karşısında ne denli gerilediğinin ve ne denli kullanımdan düştüğünün bir göstergesi olması bakımından, önem taşımaktadır.

Karamanoğlu Mehmet Bey’ den önce Selçuklu Devleti’ nde devlet dili Arapça, Farsça olmuştu.

Devlet defterleri, buyrukları Arapça, Farsça yazılırdı.

Bu durum, din dilinin de Türkçe olmadığının bir göstergesidir.

Karamanoğlu Mehmet Bey, Konya’ yı ele geçirip bir buyruk yayımladı.

Buyruk şöyleydi:

“Bade’l yevm ber- divan, ber- dergah, ber- barigah, der- meclis, der- meydan çün be- zeban-ı Türki ze- ban-ı diğer nedaret.”(Feridun Nafiz Uzluk, “Anadolu Selçuki Devlet Tarihi”, 1970, Ankara, s. 171)

Karamanoğlu Mehmet Bey’ in “Bundan böyle her yerde Türkçe konuşulacak” biçiminde özetlenebilecek; “dergâhta, bargahta, meydanda ve divanda Türkçeden başka dil kullanılmayacak” diye çevrilen buyruğunun tek sözcüğünün dahi Türk olmadığını görüyoruz.

Bu bize Türkçenin durumunun o yıllarda ne denli kötü olduğunu gösteriyor.

Bu buyruk, Türkçeyi içine düştüğü durumdan yalnızca bir süre için kurtarmış, Karamanoğlu Mehmet Bey’ in Anadolu Selçuklu- İlhanlı ordusuna yenilip öldürülmesinden sonra yine Türkler arasında Arapça, Farsça yayılmacılığı başlamıştır.

Kısacası Türkler, Arapça ve Farsça egemenliğine boyun eğmek durumunda kalmışlardır.

Bir dilin gelişiminin, kullanımının kısıtlanması, o dili kullananların düşünce üretiminin de kısıtlanması demektir.

Tam burada sayın Cengiz Özakıncı’ nın bir tespitini paylaşmanın zamanıdır:

“ … Albert Einstein şöyle der: ‘ Yaşantılarımıza, çabalarımıza bakarsak, neredeyse bütün davranışlarımızın, isteklerimizin, başka insanların varlığıyla bağlı olduğunu görürüz. Bilgilerimizin ve inançlarımızın büyük bir kısmı, bize başkalarının yarattığı bir dil aracılığıyla, gene başkaları tarafından verilmiştir. Dil olmasaydı, akıl gücümüz, geliştirilmiş hayvanlarla kıyaslandığında çok düşük kalırdı.’

Çeviri, bugüne dek tüm uluslarda aydınlanmanın başlatıcısı olmuştur. M.S. 1200 yıllarında Hristiyan İtalyanlar, Arapça Kur’an’ ı da, Arapça bilimsel, düşünsel yazıları da İtalyancaya çevirerek anlarken, Müslüman Türkler, o yıllarda Arapça Kur’an’ı Arapça olarak anlamaksızın seslendirmeye, bilimsel düşünsel yazılarını da Arapça yazmaya koşullandırılmıştır.

Müslüman Türkler de böyle yapıyor olsaydı, Müslüman Türkler de en az batılılar ölçüsünde aydınlanmış olmazlar mıydı? Batı, geçmişte Müslüman düşünürlerce Arapçaya çevrilip düşünsel katkılarla geliştirilmiş olan Aristoteles’ i, Araplardan 400 yıl sonra, Arapçadan yaptıkları çeviriler yoluyla öğrenirken; Müslüman Türkler bunları Türkçeye çevirmediler ve kendi aydınlanmalarını gerçekleştiremediler.

Çünkü Türkler o yıllarda Arapça yazılı ürünleri Arapça olarak anlamaksızın seslendirmeye, kendi dillerine çevirmekten uzak durmaya koşullandırılmaktaydılar.

İşte Hristiyan batının aydınlanmasının, Müslüman doğunun kararmasına denk düşmesinin bir nedeni de budur: dil.

Aydınlanma da, kararma da dilden geçer.

Çünkü düşünce ve dil birbirlerine kopmaz bağlarla bağlıdırlar. Biri kararınca öbürü de kararır; biri aydınlanınca öbürü de aydınlanır.“ ( Cengiz Özakıncı, Dünden Bugüne Türklerde Dil ve Din”, İstanbul, 2004, s. 140-141)

ATATÜRK der ki:

“ Milliyetin çok belirgin niteliklerinden biri de dildir. Türk milletindenim diyen insan, her şeyden evvel ve mutlaka Türkçe konuşmalıdır.”