Son günlerde bir mülteci ya da sığınmacı konusu gündemi işgal ediyor.
Türkiye’ nin gelecekteki nüfus yapısı açısından çok önemli bir konudur ve devamlı gündemde tutularak gereken önlemler alınmalıdır, diye düşünüyorum.
1951 Mülteciler Hukuki Durumuna İlişkin Sözleşme’ ye göre, mülteciliğin tanımı şöyledir:
“Irkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasî düşünceleri yüzünden, zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan, ya da söz konusu korku nedeniyle, yararlanmak istemeyen yahut tabiiyeti yoksa ve bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet ülkesinin dışında bulunan, oraya dönemeyen veya söz konusu nedeniyle dönmek istemeyen kişiye Mülteci denir.”
Mülteci, Arapça bir kelimedir, sıfattır ve “sığınan” anlamına gelir.
İltica, Arapça bir kelimedir, isimdir ve “koşup birine sığınma” dır.
Muhacir, Arapça bir kelimedir ve “yerleşmek için bir başka yere giden insan, göçmen” anlamı verir.
Kısacası: Mülteci, iltica eder- sığınır.
Muhacir, göç ederek yerleşir.
Mülteci, aradan bir süre geçtikten sonra, iltica ettiği yani sığındığı yere, uygun koşullar oluştuğunda, göçmen konumuna gelerek, yerleşebilir.
Örnek verecek olursak: Mübadele ile Yunanistan’dan gelenler Muhacir’dir, göç etmişlerdir. İspanya’dan kaçan Museviler, Mülteci’ dir, Osmanlı’ya sığınmıştır.
Mülteci ile sığınmacı arasında da çok küçük bir fark vardır.
Türkiye, 1951 Cenevre Mülteciler Sözleşmesi’ ni coğrafî sınırlamayla kabul etmişti. Avrupa ülkeleri dışından gelenler ülkemizde “sığınmacı” kabul ediliyor. Sığınmacı, mülteci olarak uluslararası koruma arayan ancak statüleri henüz resmî olarak tanınmamış kişilere deniyor.
Yüzyıllar boyunca iltica (sığınma) hareketlerinin temelinde yatan başlıca etkenin, dinsel ya da etnik hoşgörüsüzlük ile ( içinde zaman zaman bağımsızlık eylemleri de içeren) mevcut otoriteye başkaldırı, olduğu düşünülebilir.
Koydukları kurallara herkesin uymasını isteyen dinsel ve siyasî otoriteler, bunu sağlayamadıklarında genellikle toplu sürgünlere veya sınır dışı etme yöntemlerine başvurmuşlardır.
Mülteci konusunda Türkiye’nin konumu oldukça ilginçtir. Türkiye’ye, tarih boyunca, çeşitli nedenlerle, toplu veya bireysel olarak iltica edenler oldu. Kendi ülke yönetimlerinden kaçanlar Türkiye’ye sığındı; kimileri de sürüldü. Türk insanı, tarihin hiçbir döneminde, kendisine sığınan insanı ve/veya grupları iade etmedi, geri göndermedi, aksine korumasına aldı.
İlgi çekici olsa gerekir: Osmanlı Beyliği de, Moğol baskısı nedeniyle Anadolu’ya gelen Türkmenler’ den oluşmuştu.
Osmanlı Devleti’nin genişlemesi ve büyümesine yönelik politika olarak, ele geçirilen topraklarda Türk ve Müslüman nüfusu artırmak maksadıyla, Anadolu’ dan bazı aşiret veya topluluklara (örneğin Karamanlılar’ a) buralara gönüllü ve/veya zorunlu göçler yaptırıldı.
Osmanlı Devleti’nin zayıflayıp gerilediği, özellikle 1877- 78 Osmanlı- Rus, 1897 Osmanlı- Yunan ve 1’inci Dünya Savaşı’nda, (çeşitli şekillerde bulundukları topraklara ana vatandan gönderilmiş) Türk ve Müslüman topluluklar, giderek artan baskılar nedeniyle ve can korkusuyla ana vatana dönüş yaparak göçü tersine çevirdiler.
Lozan Antlaşması’ndan sonra uygulanan Müslüman Türk- Ortodoks Rum ve Karamanlı Mübadelesi, Anadolu’dan gönderilenlerin tekrar Anadolu’ya dönüşleri, Afganistan’ dan ve çeşitli tarihlerde Bulgaristan’dan Türkiye’ye yapılan göçler, bu inceleme/ çalışma kapsamı içinde değildir.