Banyoya aniden içeri giren bir serçeyi nasıl dışarı çıkarırsınız? Ben ürkütmeden, zarar vermeden, havluya sarıp pencereden boşluğa bırakırım.
Tam da o gün böyle yapmaya karar verdim. O anda bu davranış şekli gözüme epey doğru gelmişti. Beceremedim tabii. Havludan kurtulup aynı sinekler gibi cama çarpıp çarpıp döndü kendi etrafında. Yolunu bulamadı, köprüden önceki son çıkışı göremedi.
Açık camdan niçin çıkmazsın be serçe?
Kalmak mı istersin dört duvar arasında?
Uçmanın ne büyük özgürlük olduğunu bilmez misin?
Burada kalırsan seni hapsederim. Seninle konuşurum, sana bağlanırım. Asla bırakmam, bırakamam. Adına da bir güzel “sevgi” derim. Kendi dilimde severim üstelik. Okşarken hırpalasam bile seninkini öğrenmeye çalışmam.
Önümüz kar kış, soğuk, fırtına…Yemek bulmak zor, ısınmak mümkün değil. Güvenlik de ayrı bir sorun. Burası sıcak, korunaklı…Öyle bir ikna ederim ki seni, dışarıda ne varsa unutursun. Hafıza uçucudur, senin gibi…Bellek zapt edildiğinde istendiği gibi şekil alır, istenilmeyen ne varsa imha edilir. Geçmişin aydınlıkken karanlığı sunarım sana allayıp pullayarak. Benden başkasının kokusu, sesi yabancı gelir bir süre sonra. Herkesten esirger; kendime saklarım güzelliğini, varlığını, çaresizliğini…Buna “sahiplenme” derim.
Neredeydin, ne zaman doğdun, buraya nasıl geldin, ardında ne bıraktın, hangi yollardan geçtin, hangi dalda kiminle oynaştın, ne yaşadın, kaybın ve kazancın ne kadar, seni özleyen bir ailen var mı; umurumda olmaz zaten. Güneşin doğuşu, baharın gelişi, çiçeklerin kokusu, içtiğin su, yediğin böcek…Hepsi uzakta, gereksiz, silik birer hatıra olur. Hiç olmamış gibi, benden öncesi yokmuş gibi…Buna “bağlılık” derim.
Aldığım afili kafese girdiğin an senin esaretin benim hükümranlığım başlar. Sadece güçlünün kuralları belirlediği, zayıfın boyun eğdiği, bile bile bir tutsaklık…Öyle seversin öyle muhtaç hissedersin ki başka bir hayatı istemezsin. Kafesi açık bırakırım. Ama kaçmaya, kurtulmaya çalışmazsın bile. Buna “sadakat” derim.
Gönlüm çekerse arkadaş alırım yanına. Eş olur sana. Kontrolüm altında iki kişilik bir dünya kurarım. İzlerim sizi. İstediğim zaman hem de. Sormadan, özelinize aldırmadan. Yeminizi, suyunuzu vermeyi unuturum belki. Hatta bana yüz vermezseniz kanat çırpmanızı görmezden gelerek ayırırım büyük bir keyifle. İki kafeste karşılıklı ötüşürsünüz ama birbirinize dokunamazsınız. Buna “kıskançlık” derim.
İki elim, kör vicdanım, gel git ruh halim ne söylerse, keyfimin kahyası ne isterse, kalbimin sesi nereden gelirse, rüzgar nasıl eserse öyle yaşarım seninle. Mutlu olduğunu zannetmekle mutlu olmak arasındaki farkı anlama ihtimalin küçücük canın kadar önemsizleşir gözümde.
O yüzden şimdi çık şu pencereden usul usul, ait olduğun yere doğru aç minik kanatlarını; bana değil ağaca sarıl. Bir zamanlar doğanın parçası olan insanoğlu şimdi her şeye, aklına, kalbine, ruhuna, bedenine, birbirine düşman. En çok da kendi varlığına…