Hava nemli. Burası sıcakken de soğukken de böyle. Ne yapsan, nasıl giyinsen faydasız. Üşüsen de terlesen de nemli. Teninin altında sürekli hissettiğin ıslaklık, tuhaf bir yapışkanlık. Şehrin ihtiyar mütevelli heyeti bu soruna çözüm bulamadı. İklim ruhumu değiştiremedi neyse ki. Benzeştik zamanla. Sabit belirsizlikle sarmaş dolaşız çoktandır. Sen uyuyorsun...
Sahil boyu yürüdüm. Denize bakarken, martıları sayarken takılıp düşme korkusuyla gözlerimi ayaklarıma çevirdim sık sık. Bu ayakkabıyı ne zaman aldığımı hatırlamıyorum. Demek ki çok olmuş. Hangi bitmeyen yolun sonundaysa artık. O kadar eski. Ayaklarım da zamanla büyüyor sanki ya da caddeler küçülüyor. Daralan kaldırımlar, yetersiz sokaklar…
Sahil kasabalarına sıkışan biriyim. Kuştan çok insan görenlerden. Sokak taşlarını oynatan düşüncelerle Balıkçı kahvesine girdim. Tarihin bilinmeyen bir rakamında beyaz olan masalardan birine yöneldim. Belirli bir yerim yok burada. Mevcut takıntılarım ruhumda yer kaplarken yenilerine ihtiyaç duymuyorum. Balıklara yakın, dünyadan uzak ilişiyorum sandalyeye. İsmini mecburen öğrendiğim çaycıyı bakışlarıma hapsedip parmak işaretiyle çağırıyorum. Bu hareket oldum olası ürkütür beni. Bilinmeyen ne varsa sözsüz iletişim araçlarında. Karamsar oturuşlar, imalı bakışlar, el kol hareketleri, çözülmeyi bekleyen vücut dili…Hayat yeterince yorucu değilmiş gibi.
Hep güler yüzlü bu adam. Umut dolu.
“Hoş geldiniz hocam.”
“Hoş bulduk Umut. Nasılsın?”
“İyiyiz hocam. Gördüğünüz gibi. Siz de iyisiniz inşallah.”
Evet sen daimi mutlu, ben gamlı baykuş.
“İyiyim iyiyim, sağ olasın.”
“Kahve mi çay mı hocam?”
“Önce sade bir kahve alayım Umut.”
“Tamam hocam. Hemen yaptırıyorum.”
Umut elinde çay tepsisi, ritmik adımlarla umut dağıtmaya diğer masalara gitti.
Umarım kimseyle karşılaşmam. Tanıdıklar herkesten yabancı. Mesafesiz uzaklık yaşamak bunun adı. İki kişiyken baş edemediğim yalnızlık ile tek başınayken yaşadığım kalabalık kavga eder ölümüne. Ben yenik düşerim sonunda.
Sabahın bu iklimsiz saati ve sen uyuyorsun. Hayatın içindesin ama gözlerin kapalı.
Ya o sırada her şey kaçıyorsa?
Ya bir çiçek açıyor, bir hayvan ölüyor, uzayda patlamalarla yeni kara delikler oluşuyorsa? Bir şarkı besteleniyor, bir insan doğuyor, kavimler kapışıyor, silah üreticileri gülümsüyorsa? Buzullar erimeye devam ediyor, küresel şirketler borsada değer kazanıyor, Afrika bilerek aç bırakılıyorsa?
Aktivistler konuşuyor, göstericiler yürüyor, bir kadın katlediliyor, trafik cehenneminde ambulans zincirleme kaza yapıyorsa? Bir ülke başkanı kırmızı düğmeye basıyor, yer yerinden oynuyor, evler yıkılıyorsa?
Bir öğrenci sınava geç kalıyor, bir kız aşık olduğu erkek için okulu bırakıyorsa?
Bir kadın bebek hayali kuruyorsa, anneler yollara bakıyorsa?
Bir tren kaçıyor, bir gemi batıyor, bir uçak düşüyor, bir ağaç tutuşuyor, bir tarlaya daha bina dikiliyorsa?
Bir din adamı yalan söylüyor, bir bilim adamı pişmanlık duyuyorsa?
Bir çocuk çıplak ayakla kumsalda gezerken evrenin başka bir yerinde küçük bir beden kıyıya vuruyorsa?
Ya ben sana daha az inanıyor, senden uzaklaştıkça öfkem çoğalıyorsa?
Sipariş ettiğim sade kahvenin şekerli gelmesi kadar telafi edilemez bir durum bu. Ben Umut’a kızıyorum. Sen ısrarla uyanmıyorsun.
Nem, güneşi koluna takıp getirdi sağ omzuma. Şimdi sağım aydınlık, solum kara delik. Tabiatın her şeyi de mesaj kıvamında. Tezatlık alabildiğine uzanıyor yaşamın ortasına. Arada kalkıp karın boşluğumuza vurup başımızı okşuyor.
Kara bataklar avlanıyor, kefaller kaçışıyor, kediler bize de bir şey düşer mi diye yan masada kahvaltı eden aileyi sabit bakışlarıyla taciz ediyor. Herkes, her şey birbirini izliyor. Müdahalesiz, katıksız akıp gidiyor sen uyurken.
Deniz bu kahveye ne zaman yanaştı bilinmez ama etrafta dolaşan simitçi amca başlangıçtan beri burada. Eminim. Bana bilmem kaçıncı kez hadi almayacak mısın bakışı doyumsuz ve yorumsuz.
“Hadi ver bari bir tane.”
“Sonunda acıktın tabii. Saatlerdir oturuyorsun, yazıp duruyorsun. Bir şey yemeden öyle kuru kuru çay, olur mu öyle?”
Varış noktası belli olmayan haritaya benzeyen yüzüyle bu adam yakın herkese. Sınırlar belirgin, sohbetlerin bitiş çizgisi belli. Rengi soluk kasketi yüzyıllık olmalı. Bıyıkları renksiz. Ceketi doğduğundan beri üzerinde gibi. Sesi müzik okullarına başvuran adaylarda bulunmayan cinsten. Ellerinin zamanı yok. Sınıfsız gözler, adsız beden, eskimiş bakışlar, sesli adımlar…
Bu adam haklı. Hani bilgelerin haklılığı gibi. Genelde susan, konuştuğunda da kutsal cümleler söylediğine inanılan kadim insanların haklılığı. O kadar sahici, o kadar derin, o kadar yalın. Bu çay gerçekten kuru. En az boğazım ve hayatım kadar.
Simidin yanına kuru çay söylüyorum umutlu çaycıya.
Balıkçılar’ı keşfedeli üç yıl beş ay oldu. Bilmediğim bir yolculuğun sonuna geldiğim, gezgin olmaktan bıktığım günlerdi. Durmak gerek. Nefesi yoklamak, ciğerleri dinlemek, geleceği sahiplenmek, insanlarla barışmak gerek. Bazen ev, mahalle, şehir, bölge değiştirmek yetmez; İnsanoğlu nereyi fethettiyse oralara ayak basıp insafsızca yeniden kirletmek gerek.İnsan yerine sığamaz. Gezentidir. Hatta avcı toplayıcı. Hayalleri avlar, anı toplar, umudu biriktirip bütün kış yer. Kimseyle paylaşmaz. Yazı bekler sonra.
Seni uyurken hayal edebilmek için de bulmuş olabilirim burayı. Her neyse, nedense, kimden geldiyse konduğum bir dal oldu Balıkçılar. Sağımda isimlerinin nasıl konduğunu ölesiye merak ettiğim küçük tekneler, solda balıkçıların ağlarını topladıkları depolar, önümde geleceğim, arkamda geçmişim duruyor. Başımın üstünde senin müziğin, denizin girip dinlendiği bu koyda yaşlanabilirim belki de.
Küçükken dünya yuvarlaktır ve herkes annene babana benzer. Toprağı suyu aynıdır. Büyüdükçe çok genli olur, her köşede aldığın yaraları sarar başka köşeye koşarsın. Oyunun kuralları acımasız ve kimine göre değişken.
Kuru çayımı içerken sen varsın aklımda. O en sonsuz yerdeki en savunmasız halin. İlkokuldayken de yanı başımda dururdun. Annemi özlediğim için bayılacak gibi ağladığımda. Sonraları her sınavda, her yolculukta, her şarap içişimde, her sevildiğimi sandığımda, her düşüşümde ve yerde kalışımda.
Uyanmanı beklerken yoruldum yine. Yavaş yavaş kalkıyorum. Kimseye veda etmeden uzaklaşmak ne büyük haz. Umut’u bulup iki kuru çayın, tatlı kahvenin, umutlu bakışının parasını verdim. Dar bir sokak bulup sıkışa sıkışa eve gideyim. Güneş iyiden iyiye ısıtmaya başlamış. Bugün cömertliği tutmuş. İklimin ruhu da benim gibi, senin gibi, bizim gibi…