Arabalar sağa çeker. Otobüsler, kamyonlar…İnsanlar sağa çeker mi? Önümde yürüyen adam sağa çekiyordu. Küçükken geçirdiği hastalık mı yoksa talihsiz bir düşme vakası mı? Belki de sonradan olmuştur sağ bacağının bu solcu karşıtı duruşu. Aniden onu durdursam, geçsem karşısına, başına ne geldiğini sorsam. O da bana baksa şaşkın şaşkın. “Sana ne kardeşim, sen kimsin?” diyebilir ya da cevap bile vermeyebilir. Onun için kocaman bir hiç kimseyim sonuçta. İhtimaller hücrelerimi meşgul ederken tanımadığım kişilerle konuşma merakım her zamanki gibi çekingen halime yenik düşüyor. Adamla birlikte metroya doğru yolu süpürerek ilerlerken kendime sürekli gideceğim yeri söylüyorum. Böyle tekrar edersem unutmam belki.

Nehir gibi akan ve hep acelesi olan insan topluluğuna ben de katılıyorum. “Nereye koşuyorsun insanoğlu?” diye bağırasım var. Ama bunun yerine Bay Sağa Çeken’ i sollayıp hızlanıyorum. Karaciğerim düşmeden yetişmem gereken bir kesme biçme işi var.

“Sizin karaciğeriniz uyum sağladı.” dedi sevimsiz doktor iki hafta önce. “Babanıza nakil yapılabilir. Başkasına test yapmaya gerek yok. Sizinki iş görecek. Rahat olun.”

Benim dışımda herkes rahatladı. Annem derin bir nefes aldı. Eminim ki Bade de içinden bir “Oh!” çekti. Sağ tarafı kesilecek olan benim nasılsa. Sevgili kardeşimden iki yaş büyük olduğum için önce benim karaciğerim incelendi. Hayatım boyunca her şeyle uyumsuzken alkolle beslediğim organım babamınkiyle uyumluymuş meğer.

Sevindim mi?

Kararsızım. Belki de haksızım. Bade’yle aramızda iki yıl değil sadece 620 gün var. Ama ne hikmetse onun doğduğu gün ben birden 15 yaşına bastım. Sarı tüylü bir kafa, maviye çalan gözler ve yumuk elleriyle sürekli ağlayan bir oyuncaktı. Bana benziyordu. Hep benzedik birbirimize. Boyumuz, kilomuz, saçımız, bakışımız, yürüyüşümüz... Aynı ağacın iki meyvesi birbirine daha az benzer. Hatta bir ara sevgilimiz bile aynı olacaktı da direkten döndük. Küçükken bizi ikiz zanneden teyzeler benim abla olduğumu bilmiyorlardı. Sonraları ne çektiğimi de…

“Bade’ ye bak, Bade’ ye yardım et, Bade’ yle oyna…Dışarı mı çıkıyorsun, Bade’ yi de yanında götür. Odanı, elbiselerini, kalemlerini, kitaplarını, ayakkabılarını, tokalarını, rujunu, paranı, anneni, babanı, geçmişini, geleceğini, mutluluğunu, başarını paylaş ve onu çok sev. Çünkü sen ablasın.”

“Babana karaciğer mi lazım; önce seninkine bakılsın, sen büyüksün, karaciğerin de büyüktür mutlaka.”

Metroya ne zaman bindim farkında değilim. Bay Sağa Çeken de yok. Kim bilir nerede? Onunla veya dünyadaki sekiz milyar kişiden herhangi biriyle yer değişikliği yapma arzusu dolaşıyor kanımda. Hiç görmediğim, yerini yeni öğrendiğim organımın yüzde altmışlık kısmından vazgeçmek niye bu kadar zor geliyor? Üstelik basit işlem. Yüzde bir risk var sadece. Ameliyattan çıkınca azalmış karaciğerimle otel görünümünde hastanede Arap şeyhleri gibi yatacağım. Bir süre sonra koyu kahverengi organım -pek de inanasım gelmiyor- kendini yenilemeye başlayacak. Üç ay spor yapamayacağım. Ben doğduğumdan beri spor yapmıyorum zaten.

Ama neden Bade değil de ben? Neden onunki değil de benim canım ciğerim?

Midemin yanında dokunamadığım bir boşluk olacak. Fark edemediğim, o yüzden doldurmak için çaba harcamadığım, canım yansa da sebebini anlayamadığım diğer boşluklar diğer yalnızlıklar gibi…

Sonuçta babamın hayatı kurtulacak. Minnet duyar diye düşünüyorum. Gerçi bu benim görevimdi. Başka seçenek düşünülenemez, teklif dahi edilemezdi.

Aklımda mayoz bölünmeyle çoğalan düşünceler külçe olmuş, bileklerime bağlanmıştı. Metrodan çıkıp ağırdan ağır adımlarla hastaneye yaklaşırken düşüp bayılma isteğim sensörlü kapıdan girince artıyor, arttıkça karaciğerim sıkışıyor. 

“Beni bırakma, ya yenilenemezsem?” diye haykırıyor canım ciğerim. Midem de “İyi düşündün mü, son kararın mı?” sorusunu yöneltiyor sunucu edasıyla. Saatlerdir, günlerdir, haftalardır yürümüş gibi yorgunum. Korkuyla kol kola girmiş karanlık fikirler parmak uçlarımdan başlayıp tüm bedenimi sarıyor, aldığım nefes içimde büyüyor. Bir yerden düşüyorum, tutan yok. Konuşuyorum, sesim yok. Annemi, babamı, Bade’yi görüyorum; kendimi gösteremiyorum. Kollarım delik deşik, vücudumun sağ tarafı ağrıyor ama ağrının sebebini bilmiyorum…Son kez gökyüzüne bakıyorum ve son yemeğimi hatırlayamıyorum.

Annem ve sevgili küçük kardeşim, askerden gelen cesur aile üyesini karşılama coşkusuyla girişte sarılıyorlar bana. Yapış yapış öpücükler…Annemdeki abartılı sevgi yumağı ağzından yüzüme taşıyor. Yoksa vedalaşıyorlar mı benimle?

“Ayy geç kaldın yavrum!”

“Bir an gelmeyeceksin sandık abla.”

Senden önce doğduğum güne lanet olsun Bade!

“Geldim işte. Yoksa başka birinin karaciğerini mi aldılar?

Kan donduran bir espriydi. İçimden bile gülemedim.

Annemin kısık gözleri, Bade’nin büzüşmüş dudakları ve benim dünyanın diğer ucunda olma isteğim yan yana geldi. Sanırım ameliyat öncesi heyecanlı olduğumu düşünüyorlar ya da delirdiğimi. Bana hepsi uyar. Yeter ki o odaya girmeyeyim. Biliyorum, doktor çevresindeki havarileriyle sakin ve güler yüzlü haliyle rahatlatmaya çalışacaklar beni. Bir dakikalığına onları seveceğim hatta sarılmak isteyeceğim. Kurbanın celladına duyduğu aşka benzeyen hastalıklı ruh haline bürüneceğim. Onlar ise bıçaklarını bileyip usul usul kesme işlemine hazırlanacaklar. Anlamsızca teşekkür bile edebilirim.

“Hadi yukarı çıkalım yavrum. Daha tetkiklerin olacak. Doktor seni bekliyor.”

Sağımdaki ağrı evrendeki tüm varlığımı ele geçiriyor. Akşamdan eşyalarımı hazırladığım, rengi solmuş sırt çantama bakarken diş fırçamı alıp almadığımı hatırlamaya çalışıyorum. Neyse belki ihtiyaç duymam. Yüzde birlik risk beni bulur, belli mi olur…

Sağa çekerek soğuk odaya yürüyorum…

EMEL ZEHRA TUNÇİNAN