Bu hafta ulusal düzeyde bir sorunu ele almak istedim. Son günlerde hepimizin kanını donduran haberleri yakından takip ettik. Haberlerin öznesi ne yazık ki yine kadınlardı. Koruyamadığımız, şiddete maruz kalan hatta canından olan kadınlarımız. Toplumun kanayan bir yarası haline gelen bu konu tüm ülkenin de ana gündem maddelerinden bir tanesi.
Kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri, Türkiye’nin kanayan yaralarından biri olmaya devam ediyor. Her yıl yüzlerce kadın, eşleri, eski eşleri, partnerleri ya da yakınları tarafından şiddete maruz kalıyor ve ne yazık ki bu şiddet olaylarının birçoğu ölümle sonuçlanıyor. Bu mesele, yalnızca bir bireysel suç ya da aile içi mesele olarak değerlendirilemeyecek kadar derin, toplumsal, hukuki ve kültürel boyutları olan bir sorundur.
Kadına yönelik şiddetin kökenleri, toplumun derinlerine işlemiş olan ataerkil yapıya dayanmaktadır. Geleneksel toplumsal cinsiyet rolleri, kadınları ikincil bir konuma yerleştirirken, erkeklere de kontrol ve güç imtiyazları tanır. Bu tür bir anlayış, özellikle ekonomik bağımlılık, eğitim eksikliği ve toplumsal baskılarla birleştiğinde, kadını şiddet mağduru haline getirir. Birçok kadın, şiddete uğradığı evliliği ya da ilişkisini terk edemez çünkü toplumun ona biçtiği rol ve ekonomik kısıtlamalar, bir çıkış yolu bulmasını zorlaştırır.
Kadın cinayetlerinin temelinde, kadını “erkeğin malı” olarak gören bu zihniyet yatar. Bu bakış açısı, kadının bireysel haklarını ve özgürlüklerini hiçe sayarak, onun bedenine ve hayatına erkeğin hükmetme hakkı olduğu yanılgısını besler. Kadın, bir erkek tarafından terk edildiğinde, kendi hayatına dair kararlar aldığında ya da sadece yaşamak istediğinde bile bu zihniyete karşı büyük bir risk altındadır.
Türkiye’de kadın cinayetlerinin her geçen gün artması, bu sorunun toplumsal bir salgın halini aldığını gösteriyor. Resmi verilere göre, son yıllarda kadın cinayetlerinde ciddi bir artış yaşanmış durumda. Kadın hakları örgütleri tarafından yapılan açıklamalar ve yürütülen kampanyalar, bu acı gerçeği gün yüzüne çıkarmaya çalışsa da, alınan önlemler yeterli düzeyde değil.
6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun ve İstanbul Sözleşmesi gibi yasal düzenlemeler, şiddet mağduru kadınları koruma amacı taşıyan önemli adımlardır. Ancak bu yasaların uygulanmasında ciddi sıkıntılar yaşanmakta ve birçok vaka, yasal sürecin yavaşlığı ya da eksiklikleri nedeniyle çözüm bulamamaktadır. Özellikle koruma kararlarının yeterince uygulanmaması, birçok kadının şikayette bulunmasına rağmen, failin saldırısına maruz kalmaya devam etmesine neden olmaktadır.
Kadın cinayetlerinin önlenmesi için sadece yasal düzenlemeler yeterli değildir; bu yasaların etkin bir şekilde uygulanması ve denetlenmesi şarttır. Ancak birçok kadın cinayetinde faillerin hafifletici sebeplerden yararlandığı, iyi hal indirimi aldığı ya da cezalarının ertelendiği görülmektedir. Bu durum, toplumda adalete olan güveni sarsmakta ve şiddetin cezasız kalacağına dair bir algı yaratmaktadır.
Kadına yönelik şiddetin önlenmesi için sadece hukuki adımlar değil, toplumsal algının da köklü bir şekilde değiştirilmesi gerekmektedir. Şiddetin sadece bireysel değil, toplumsal bir mesele olduğu gerçeğiyle yüzleşmek zorundayız. Toplumun her kesiminde, kadının bir birey olarak değerini kabul eden bir kültür oluşturmak zorundayız. Bu değişim, okullardan başlayarak medya, sivil toplum kuruluşları ve devletin işbirliğiyle mümkün olabilir.
Eğitim, bu konuda en önemli araçlardan biridir. Çocuklara küçük yaşlardan itibaren toplumsal cinsiyet eşitliği ve kadının hakları öğretilmelidir. Kız ve erkek çocukları, eşit bireyler olarak yetiştirilmeli ve şiddetin hiçbir biçimde kabul edilemez olduğu bilinci aşılanmalıdır. Okul müfredatlarına toplumsal cinsiyet eşitliği dersi eklenmesi, şiddetin önlenmesinde önemli bir adım olabilir.
Medyanın rolü de bu noktada oldukça önemlidir. Kadına yönelik şiddet vakalarının medyada işleniş şekli, bu sorunun algılanmasını doğrudan etkiler. Ne yazık ki, bazı medya kuruluşları, kadın cinayetlerini magazinleştirerek ya da failleri mazur göstererek toplumsal duyarlılığı azaltmaktadır. Bu tür yaklaşımlar yerine, kadın haklarını savunan, şiddeti kınayan ve faillerin cezalandırılmasını talep eden yayınlar yapılmalıdır.
Kadına yönelik şiddetin önlenmesi, sadece kadınların değil, tüm toplumun sorumluluğudur. Kadın cinayetleri, bir toplumun en temel değerlerinden biri olan yaşam hakkının ihlali anlamına gelir. Bu nedenle, bu soruna karşı sesimizi yükseltmeli, kadınların güvenli ve özgür bir şekilde yaşayabilmesi için elimizden geleni yapmalıyız.
Sivil toplum kuruluşları, devlet kurumları, medya ve bireyler olarak hep birlikte bu sorunun çözümü için adım atmalıyız. Kadına yönelik şiddetin ve kadın cinayetlerinin önlenmesi, ancak toplumsal bir seferberlikle mümkün olabilir. Unutmayalım ki, bir kadının hayatını kaybetmesi, bir toplumun vicdanını yaralar. Bu yarayı sarabilmek için her birey sorumluluk almalı, şiddeti normalleştiren her türlü zihniyetle mücadele etmelidir.
Kadınların özgür ve eşit bireyler olarak yaşamlarını sürdürebilmeleri için yasaların, kurumların ve toplumsal normların yeniden şekillendirilmesi elzemdir. Kadına yönelik şiddeti ve kadın cinayetlerini sonlandırmak için atılacak her adım, daha adil ve güvenli bir toplumun inşası için atılan önemli bir adım olacaktır.