Arda Güler, muhteşem bir yetenek. Ama fiziki olarak hazır olamadan sahaya sürülse, var olan potansiyelini aktüele dönüştüremez endişesi çok konuşuldu. Haklı bir endişeydi.

Türklerin dünyaya düzen verecek potansiyele sahip olduğuna inanıyorum. Ama düşünsel hazırlık tamamlanmadan girişilen Türk Devletler Birliği gibi organizasyonlardan endişe ediyorum. Fikri altyapı gelişmeden, toplumun çimentosu olması gereken zihni birliktelik gerçekleşmeden medeniyet inşası temelsiz binanın akıbetine uğrayabilir. O zaman esas soru şudur; ”Türk düşüncesini nasıl güncelleyip, var kılacağız?”

Üç-dört asırdır Batı sürekli arayı açarken, biz geri kaldık. Neden? Batı ne yaptı da veya biz ne yapmadık ta fark açıldı? Öncelikli olarak bu soruların cevabını bulmak, belki aradığımız yolun başlangıcıdır.

Karşılaşmalar, oluşun zeminidir ve zorunludur. Bir şey varsa, hem etkiler hem de etkilenir. Delueze’ye göre oluş, üç kavram üzerinden gerçekleşirmiş; karşılaşma, imge ve bilgelik… Bazı karşılaşmalar pasiftir, etkisi az olur. Karşılaştığın imkânın imge olarak sendeki etkileme gücü belirleyicidir. İhtiyacın dolayısıyla problemin yoksa dönüp bakmazsın. Karşılaşmanın olumlu yansıması için ihtiyacının olması ve nedensellikle ilgili bilgeliğe ulaşman gerekir.

Neden geri kaldık? Önce ihtiyacımız yoktu. Sonra fark ettik ama bu seferde meselenin nedenselliğini doğru kavrayamadık sanki. Yanlış denizlerde yüzdük.

Derdi olan derman arar. O zamanlarda Batı sıkışmıştı, derdi vardı. Gelişmemiş şehir hayatındaki ekonomik sıkıntılar bir yandan, diğer taraftan da bulaşıcı hastalıklar… Tıbbi bilgileri de yetersiz kalıyordu. Önlerindeki tek imkân bilinmezliklerle dolu okyanustu. Tek çareleri umutla engin denizlere açılmaktı. Denediler ama gemiler kayboluyordu. Aristocu bilimsel varsayımlar işe yaramaz haldeydi. Ve Kopernik devrimiyle köklü değişiklik gösteren yeni bilimsel varsayımlara açıldılar. Dünya merkezli bilimsel paradigmadan güneş merkezli paradigmaya geçişti bu devrimin ilk adımı. Böyle başladı Batı’nın gelişme hikâyesi. Önce coğrafi keşifler ve ardından elde edilen büyük servetle yeni bilimsel arayışlara güçlü desteklerin gelmesiyle kazan-hep kazan oyunu başlamış oldu ve bilimsel kabuller değişti.

Tarih karşılaşmalar ve ihtiyaçlara göre şekilleniyor, dedik ya; ekonomik sıkıntılar, kilise, salgın hastalıklar gibi Batı’nın karşılaştığı bu çaresizlikler toplamı göz ardı edilemeyecek bir olguydu. Bilimsel varsayımları değiştirmeden olguya dair hiçbir şey söyleyemez hale gelmişlerdi. Ve gerçekle yüzleştiler.

Bizim ise ne böyle bir derdimiz, ne de yüzleşmeyi gerektirecek böyle bir durum vardı. Eski dünyanın bilimsel kabullerini sürdürmekte beis görmüyorduk! İhtiyaç yoktu ki! Kimi suçlayabilirsin? Doğal olan buydu. İslam dünyası durmuyor, eski varsayımlar üzerinden çalışmaya eski bilim kabulleriyle devam ediyordu. Kısacası, Newton, Descartes gibi âlimler bizde neden çıkmadı, sorusu abestir. İhtiyaç yoktu.

Her ne kadar yeni yeni fark ediyorsak da son asra kadar eski çağın bilimsel varsayımlarıyla devasa adımlar atılmaya da devam edilmişti. Hem de öyle böyle değil! Konya Büyükşehir Belediyesi’nin yayınladığı 6 ciltlik ‘İslam Düşünce Atlası’ muhteşem bir eser. 19. Yüzyıla kadar yetişmiş 350 filozof ve âlimi tanıtıyor. Gizli kalmış bir dünya. Medreselerin zaman bağlamındaki çabasını yok saymak haksızlıktır. Ama eski dünya resmine cevap arayan gayretlerin beyhude olduğu duvara toslayınca anlaşılmış.

Ve sonra; duvara toslayınca makas değiştirdik. 19.yüzyıl en uzun yüzyıl oluverdi. Batı tarzı eğitim sistemiyle yeni okullar açtık. Medeniyetimizin tarihi mirasıyla irtibat kurabilen medreseliler sayıca azaldı. Başka çare yoktu, gayet doğaldı, çünkü artık fonksiyonlarını yitirmişlerdi ve toplumsal ağırlıklarını kaybettiler. Medrese güzellemesi yapmıyorum. Medrese veya üniversite fark etmez. Ne işe yaradığına bakmak gerekmez mi?

 Asıl zorluk, medeni mirasın açıklamayı üstlendiği toplumsal şartlar, sürdürmek istediği temel değerler ve açıklamakta kullandığı temel teoriler modern dünyada cari olanlarla yer değiştirmiş olduğunu fark edememekti. Medreselerde uzun yüz yıllardır açıklama gücüne sahip teorilerin geçerliliği kalmamıştı. Yeni dünyayı açıklayan teorileriniz olmadığı, olamadığı için medreselerin bir esprisi kalmamıştı.

Medreseliler azaldıkça türeyen başka bir problemi de fark edemedik. Medeniyetimizin dünya resmini yorumlayan, açıklayan klasik metinlerden Osmanlı’nın son dönemlerinde kopmaya başladık, çünkü değişen eğitim sistemiyle birlikte öncü aydınlarımız Avrupa’ya okumak üzere yollanıyor, içselleştirmeden ezberlediği Batı düşünce dinamiklerinin bayisi oluveriyor, yarım yamalak öğrendiği Batı dillerinin yanı sıra kendi tarihi metinlerini okumaktan aciz kalıyor, otuzlu yaşlarında memleketine dönünce de yönetici vasfıyla ekabirleşiyorlardı.

Ancak son 30-40 yıldır akademinin tercüme ve anlama gayretleriyle tarihi metinlere yeniden irtibat kurabilmeye başladık. İtikadi imamız sayılan Maturidi’nin temel eseri olan Kitâbüt-Tevhîd bile ancak yaklaşık 30 yıl önce tercüme edildi. Kendimizi tanımadan hamle yapamazdık. Türk düşüncesini nasıl güncelleyeceğiz, sorusuna karşılık olabilecek ilk adım olarak geçmişin bilgisine artık sahibiz diyebiliriz belki ama o kadar. O bilgiyle veya eski bilimsel varsayıma dayanan yöntemlerle bugünün dünya resmini yorumlayabilir miyiz? Mümkün olmadığını gördük, çünkü tarihseldi. Zaman ve mekânda türeyen sorulara verilen cevaplardan ibaret. Zaman ve mekânla birlikte bilgelik de değişti. Açıklama gücü kalmadı.

Eski düşünce çanağımızın, açıklama gücünü kaybetse de, tefekküre elverişli kısmı, herhangi bir dönemin maddi şartları, zaman ve mekânıyla ilintili olmayan metafizik kabullerimizdir. O metafizik içindeki varlığa ilişkin kavrayış, insani yaşama dair kavrayış umutlarımızı oluşturabilir. Bu metafizik kavrayış herhangi bir dönemin bilimsel bilgisiyle ilişkilendirilse de onlara icra edilemez. Onları aşan bir tarafı vardır.

Batıda da bizde de değişmeyen gerçeklik şudur ki matematik ve fizik ilimleri parçayla ilgili iken metafizik bütünle ilgilidir ve her dönem geçerliliğini korur. Hatta dünyada şu anki çıkmazın çözümü olabilecek arayışın zemini metafizik sorgulamadır. Ve artık ayan beyan görünen odur ki ihtiyacımız, evrensel olduğu bilinen bütünle ilgili kabullerimizin çağdaş bilim teorileriyle yeniden irtibatının kurulmasıdır. Günümüzde aydınların sorumluluğu, yeniden medeniyet inşasının temel kaldıracı olması gereken ontik fikir birlikteliğini tesis etmek ve değişen dünya resmine uygun bilimsel varsayımlara yelken açmaktır.

Ancak bu tutarlılık ve bütünlük sağlandıktan sonra halkın kaybedilen dindarlığına dönüp bakabiliriz. Türk düşüncesi ancak bu şartlar altında tutarlı olabilir; yaşadığımız zaman-mekândaki teorik ve pratik siyasi hamlelerle zirveye oturabilir.

Müslüman Türklerin hassasiyeti yüz yıldan bu yana ‘dinde kalabilmek’ adına mücadele etmekti. İfrat tefrit ikileminde salınırken haklı görünüyordu. Hatta Müslüman kimliklerin siyasette irade sahibi olması çözüm zannedildi. İktidar elde edildi de ama daha büyük hayal kırıklığına sebep oldu. İnternet sayesinde yeni dünya resmiyle birlikte gündeme gelen bilimsel gelişmelere kolay ulaşılmasının yanı sıra bir de yönetme sorumluluğu alan Müslüman kimliklerin ahlaki zafiyetleri özellikle gençler üzerinde dinin pratiğinden uzaklaşmaya ve doğal olarak sorgulamaya yol açtı. Sadece  ‘dinde kalma’ adına yapılan mücadelenin yetersizliği anlaşılmıştır; çıkmaz yoldur. Savunma psikolojisiyle kendi üstüne kapaklanmaktan vazgeçip, zihnen parçalanmışlığı ortadan kaldıracak, bütün Türk milletinin hatta tüm insanlığın derdine merhem olacak metafizik çanağın yeniden ihyasından başka çare yoktur. Toslayacağımız duvar kalmadı.

Türk’ün mayası, kadim demde hatem olan Türkistan’dan gelen kelamdır. Mayanın esası, cümle varlığın birliği ve kardeşliğidir.  

Un, yağ, şeker mevcut aslında; maya sağlam; mesele helva yapmakta.