Uyumak hayat demek. Uyku yoksa hayat yok.

Peki ben nasıl yaşıyorum hâlâ?

Aylardır, yıllardır uyumuyorum. Mevsimler değişiyor, evimin önündeki ağaçların yaprakları dökülüyor, kuşlar göç ediyor, çiçekler açıp kapanıyor, bulutlar yeryüzüne iniyor, kar taneleri kirpiklerime değiyor, güneş yakıcı yüzünü gösteriyor, gün geceye dönüyor ama uyku yok. Bir gram uyku yok…

Okuduğum kitaplarda kadınlar, erkekler, çocuklar gece yatıp sabah kalkıyor. Öğle vakti yumuşak kumaşlarla örtülü, sıcak koltuklarında uyuklayan -buna siesta diyorlar- insanlar bile var. Hatta rüyalarını anlatıyorlar birbirlerine. Rüya nasıl bir şeydi? Gözler kapalıyken görüntüler geçiyormuş sözde. Sonra da bu renkli-renksiz görüntülerden anlamlar çıkarıyorlarmış. Yazarlar uyduruyor olabilir mi yoksa bir zamanlar gerçekten herkes uyuyor, üzerine bir de rüya yorumu mu yapıyordu?

 Hayallerin bile kırpıldığı bu zamanda böyle ihtimaller birer bellek yanılgısı gibi geliyor bana.

***

Bilimsel yayınlara göre uykusuz kalan insanların zihinsel çalışmalarının tamamen durduğu kanıtlanmış bir gerçeklik.

Peki ben niye hâlâ çalışabiliyorum?

24 saatin 20 saatini üreterek geçiriyorum. Sadece ben değil tanıdığım herkes böyle. İsteksizce yenilen yemek, içi boş kısa sohbetler ve kaçamak içilen sigara molaları dışında ara verilmiyor. Gözlerimiz kapanmıyor, belgesellerde gördüğümüz o aslanlar gibi gerile gerile oturup geniş geniş esnemiyoruz. Bitkinlik hissettiğim oluyor arada ama o da biraz oturunca geçiyor hemen.

***

Uyku düzensizliği hücre üzerinde yaşlanmayı hızlandırır.

Peki ben niye hâlâ gencim?

Bende düzensizlik yaratacak bir uyku düzeni bile yok. Evet içim yaşlanıyor, zaman ilerliyor; 48 yaşındayım ama 18 gösteriyorum en fazla. Saçlarım gür ve parlak, cildim pürüzsüz, bedenim sağlıklı, hareketlerim çevik. Çevremdeki herkes de benim gibi şaşılacak derecede genç ve canlı. Kimsede yaşlılık belirtisi olmadığı gibi yıllardır çocuk da görülmüyor ortalıkta. Acemice birbirini bulan ve evlendikten sonra ortak zaman diliminde buluşamayan çiftler var yalnızca. Ama gittikçe sayıları azalan parklar boş ve sessiz. Tıpkı evimin önündeki rengi solmuş kaydıraktan ve zincirleri yer yer paslanmış iki salıncaktan ibaret yalnızlık kokan park gibi… Sanki tüm insanlık zamanı durdurmuş, biri vücut saatlerine ayar yapmış…

***

Bir canlı üç hafta uyuyamazsa bağışıklık sistemi çöker, hastalanır hatta ölür.

Peki ben niye hâlâ sağlıklıyım?

Vücudumun herhangi bir yerinde ağrı-sızı hissetmediğim gibi en son ne zaman hastalandım, hatırlamıyorum bile. Hastane sadece iş kazası geçirenlerin gittiği, yolunu bile bilmediğim gizli bir mekân. Şirketin dijital veri depolama biriminde çalıştığım için başıma henüz bir iş kazası falan gelmedi. Oraya giden de bir daha dönmüyor zaten. Anlatıldığına göre iyileşip başka çalışma alanlarına yönlendiriliyor bu işçiler. Ama bir daha göremiyoruz, haber de alamıyoruz. Hiç var olmamış gibi kayboluyor gidenler…

Garip görünen ama garipsenmeyen, bazen sorgulansa da çoğu zaman algılanamayan bu durumdan şikayetçi miyim? Öyleyse bile düşüncelerimi ustaca sansürlüyorum, suskunluk yaratılışımın bir parçası oluyor o anlarda…

Aslında enerjik olmak harika bir şey. Sürekli çalışmak, beyni kullanmak, üretmek bizi canlı tutuyor sanki. Beden de zihin de hep dinç. Hükümetin verdiği her işi hayatın tek amacıymış gibi eksiksiz bitiriyor, zamanında teslim ediyoruz. İnsan halimize bakmadan arılarla yarışıyoruz.

Haftada bir gün şehir merkezinde bulunan, kapısının önünde kırmızı, parlak neon lambalarla ışıklandırılmış ‘İyi Geceler’ yazan kliniğe gidiyoruz. Birkaç tetkik falan derken iğne oluyor, her gün içmemiz gereken hapları alıp geliyoruz. Rutine bağlanan, işimize ara verdiğimiz zamanlardan çalınan yarım saatte hallettiğimiz bir aktivite. Bu can yakan iğne ve tadı çikolataya benzeyen ilaçlar ne işe yarıyor bilmiyorum ama klinikten her çıkışımda kendimi yeniden doğmuş gibi hissediyorum. Dünyayı dolaşabilecek kadar genç ve istekli. Âşık olabilecek kadar heyecanlı ve mutlu… Ama yetiştirilmesi gereken o kadar çok iş var ki…

Dünya da küçüldü zaten. Tek kanallı televizyonumuzda insanların birbirlerini hunharca öldürdüklerini, şehirlerin yakılıp yağmalandığını görüyoruz. Diğer ülkelerde belli ki huzur yok. O yüzden gezmek, tatil yapmak, âşık olmak zaman kaybı ve gereksiz. Ama uyumak… Kafama takılan tek şey bu. Büyük soru cümlelerime küçük bile olsa cevap bulamıyorum. Bu soruları kendimden başkasıyla da paylaşamıyorum. Uyku konusundan yüksek sesle bahseden hatta o iğneleri olmak istemeyenler çıkıyor ara sıra. Konuşuyorlar orada burada. Devletin iş verimini arttırmak için bizi özellikle uyutmadığını, iğnelerin birer uyarıcı olduğunu, bizi genç tutmak için ilaçların ağır kimyasallar içerdiğini, buna hakları olmadığını, üst kademelerdeki zengin insanların uyuyabildiğini, çalışmadıklarını, her şeyin yalan dolan olduğunu vb. cümleleri kurup isyan etmemizi isteyen sonra da birden kaybolan insanlar… Onlardan da haber alamıyoruz…

***

Bir an uyusam ne olur?

Rüya görsem…

Çocukken uyuyordum sanırım. Hatıralar, çok da iyi olmayan hafızamın derinliklerinden gelen silik bir gölge gibi canlanıyor bazen. Bu anımsama genellikle akşamüstleri güneş batarken, hafif bir kızıllığın kapladığı gökyüzünün uzak bir noktasına bakarken oluyor. Annemin bir şeyler mırıldandığı, melodik bir ezgi eşliğinde kendimden geçiş hali… Başka dünyalara gittiğim, hesapsız, plansız, sürprizlerle dolu bir yolculuk… Kontrol edilemeyen bir süreç… Hayata ara veriş, yaşıyor gibi ama yaşamayan, son gibi ama sonu bilinmeyen, yok olan ama varlığını sürdüren… Belki de kuruyorum bunların hepsini, hayal ediyorum uykunun nasıl bir şey olduğunu. Ama bir şeyin yok olması için önce var olması gerekmiyor mu? Demek ki…

İtiraf ediyorum; şekiller, renkler, sesler hatta annemin kokusu düşle-gerçek arasında olsa da hayal etmekten keyif aldığım hatta özlediğim bir dinginlik hali uyumak…

Şimdi ne annem var ne de uyku…Ruhum bedenimle uyumsuz… Tükenmeden geçen, aralıksız ve anlamsız gelen, amaçsız bir zaman diliminin içindeyim…

Şuurlu gibi görünen bir topluluğun parçasıyım.

Yıllardır uyumadan uyuyor olabilir miyiz?

EMEL ZEHRA TUNÇİNAN