İnsan düşünen bir varlık. Düşünüyorum öyleyse varım, demişti filozof. Düşünen sensin ama ‘sen ‘ kimsin? Bir toplam… Geçmişten geleceğe uzanan, binlerce yıllık genetik ve kültürel mirasın yarattığı sen… Ve çevrenin etkileşimiyle şimdiyi kavrayabilen sen… Bunların düşüncelerimizi etkilediği hatta belirlediği ortaya konmuştur, özellikle nörobilimin gelişmesini müteakip. Velhasıl içinde yaşadığımız şehir de belirleyici bir faktör. Şehir seni etkiliyor. Peki, sen şehri yani mekânı belirleyebiliyor musun? Şehir sadece fiziki bir yapılanma değil, aynı zamanda düşüncelerin, duyguların hayat bulduğu bir ortam. Diyalektik bir süreç; sen ve şehir…
Özgür düşüncen, bu süreçte pasif olmamanla doğru orantılı. İçinde yaşadığın tüm mekânlara, (evin, mahallen, şehrin, ülken, dünyan) karşı kayıtsızlığın düşüncenin özgürlüğüne indirilen bir darbe değil mi?
İhtiyaçların önceliği belirleyeceği aşikâr. Beslenme, barınma ve güvenlik insanlık tarihinin ilk gündemiydi. Hâlâ olmazsa olmazı… Geçinmeme yetecek bir işim, evim olsun, başka bir şey istemem demek de mümkün. Hayatta kalmak, ayakta durmak için öncelik olduğu herkesin kabulü ama var olmak başka bir şey. Tek başına var olmak imkânsız. Çevrenle temasın seni oluşturuyor. Binalar, yollar, parklar seni çevreleyenler, yaşam alanının sınırları ama hayat bir oluş ve o süreçte, o sınırlar içinde gelişen ilişkiler, duygulardır seni var eden. Yani başkası, öteki olmadan sen, sen olmazsın. Ötekisi olmadan şehir ölü bir mekândır; nefes almayan, duymayan, hüzün yüklü… Ötekisini dışlaman ve düşmanlaştırman seni tanımlar; beşer…
İnsanlık potansiyeli taşıyan ama henüz tekâmül edememiş, hem de bencil, korkak, zavallı… Ötekiyle bütünleşmen ise kimliğin olur; insan hem de gönlü olan insan, fedakâr, cesur, kâmil…
Sevdiklerin, dostların, yoldaşların gönlüne dolar; gönlünü oluşturur. Gönlünü açar, gönlün onlara akar. Gönülden gönüllere akış olur. Hayat oluş ve akıştan ibarettir. Aklın düşünmeye başlar. Kuru akıl soğuktur, mekaniktir. Gönülden beslenen akıl ise duyguyla harman olup düşünür. Türkçede düşünmek gönle düşmekten gelir. Kendin olmak, kendini aramak, kendini bilmek gönle düşerek düşünmektir. Kendini aramayan insan, mekânını, mahallesini, şehrini bulabilir mi? Çoğu kez bilinçli olmaz araman, önce kader iter seni bir şehre ve orada başlarsın mekânını aramaya.
Her şehrin, herkese göre değişebilen zamanları ve mekânları olsa gerek. Her kentin bir zamanı olmalı, sana ait, kendini bulduğun.
Yalova’dan sonra en uzun yaşadığım şehir İstanbul’dan hafızamda kalan geceleridir. Cağaloğlu’ndaki okulun duvarından kaçıp, Basın Kahvesi’nde, okey partilerini şehrin uyanışını yakalayana kadar sürdürmek ve kuşluk vaktinden önce duvarlara yazı yazanlara, kanepede sızıp kalmış yurtsuzlara ilişmeden, sokakların üşümüş yalnızlığında sigaranın son nefesini çekerek, tekrar yatakhaneye geri dönmek, erkekliğin raconu olarak İstanbul’a “Benimsin…” narası atmak gibiydi. Sonraki daha bir büyümüş yaşlarımda, yani siyasi çalkantıların, katliamların çokça olduğu dönemlerde, benim olan şehirde, karanlık bastıktan sonra Bebek’ten, Hisarüstü’ne elimde kitaplarla yürümüşümdür, tedbirsiz, korkusuz…
Yalova’da bulduğum iki zaman var ki, uzun yılların hikâyesidir hep o anlara sıkışan. İlki, ikindi vakti başlayan akşamın karanlığına dek süren demler. Dost sohbetleriyle harman olan, sahildeki voltaların bitmek bilmeyen adımları; her günün farklılığında ‘Bir’ olan, türkuazın, akın ettiğimiz güneşle tablolaştığı zamanlarda, Çimen Kahvehanesi’nden başlayıp Tigem’e kadar uzanan…
Yalova, gecenin ardından da girer damarlarına insanın. İstanbul’un aksine uyuyup uyanan şehirdir, Yalova. Sabah ezanıyla başlar gerinerek uyanmak. Binamazlar bilirim, sadece sabah namazını kılan ve sonra Akasya Park’ın bekleyen demli çayına, sokak arasındaki fırıncının el yakan gevreğiyle eşlik eden. Sonra yine yürümek deniz boyunca… Yürüyen şehirdir, Yalova; seksen beşlik ninesiyle, genciyle, kadınıyla… Sabah sporu deseler de inanma, hayat iksiridir, sabah yürüyüşleri. Arkasından, fabrika servislerinin uğrağı köşelerde çoğalanlar ve peşi sıra öğrenci servisleriyle hareketlenen sokaklar. Ve ardından, esnafın acelesi yoksa da, temizlikçiler ile memurlar kaldırımları kurtarırlar yalnızlıktan.
Zaman kente, kent zamana dönüşürmüş ve kentleri zamanlarıyla düşünürmüş insanoğlu. Geceler İstanbul’un mülkü, iftarlar Bursa’nın nirvanası, sabahlar Yalova’nın huzuru… Beyoğlu’nun alacakaranlığını, Boğaz’ın saat beşini sevmek, yaşanmışlıkların ifadesi değil mi?
“Şehrin hangi saati sen’sin?” Ne kadar zor, cevaplamak… Zorluk kimine göre yokluktan, kimine göre çokluktan. Çoğalan saatlerin, sevda kuşunun kanatları oluverir. Saatlerinle birlikte dostların da çoğalır; bir, beş, on… Yığınları bekleme, aldanırsın. Otuzu bulduysan eğer, simurg’u bulmuş kabul et, yani kendini.
Kendini bulabildiğin mekânda; evinde, mahallende, şehrinde, ülkende sevdan da var demektir. Seni heyecanlandıran, sürekli büyüyen bir sevda…
Senin hikâyen o şehrin hikâyesi olur ve dersin ki; “Bu bir kenti ve kentin insanlarını sevmenin öyküsüdür, asla bitmeyecek…”