SERÜVENİN SONU...KURTULUŞA DOĞRU...TEMEŞVAR'LI...

İşte size kocaman bir itiraf... Bu esareti üç bölüm halinde yazdım ve sonlandıracaktım, ama şöyle düşündüm: ''Hani her yolun bir sonu vardır ya, yaz gitsin'' dedim. Böyle bir serüven hem heyecanlı, hem de tarihi hafızamızı canlı tutmaya yarar.

            Bir iki gün nasıl bir yol takip edebileceğimi düşündüm. Kafamda çeşitli planlar kurdum. Esirler, kardinal vasıtasıyla sınır boyuna götürülüyor, orada Avusturyalı esirlerle değiştiriliyorlardı. Ama ben kardinale gidemezdim. Çünkü kardinal bizim efendi ve hanımın yakın dostuydu. Onlardan habersiz böyle bir şey yapmazdım. Dolayısıyla ben de yapmış olduğum saygısızlıkla baş başa kalmış olurdum. Böyle düşünüp dururken aklıma bir fikir geldi. Hıristiyanlığa dönmüş olan bazı kadın ve erkek esirler vardı. Kimisi Budin'e gitmek gerekçesiyle, kimisi başka gerekçelerle sınıra yakın yerlere gidiyorlar, sonra oradan bir fırsatını bularak kaçıyorlardı. Hatta birçok esir, Saks topraakları tarafından aşağıya doğru giderek kurtulmaktaydılar.

            Avusturyalıların dilini çok iyi konuşuyordum. Kıyafetimi de epeyce onlara benzetmiştim. Kendi kendime düşündüm ve kararımı verdim:

            ''En iyi yol kılık değiştirip kaçmaktı.''

            Fikrimi kethüdaya açtım. O da uygun gördü. Kaçma hazırlıklarına başladım yavaş yavaş.Her şeyden önce general tarafından verilecek izin belgelerine ihtiyaç vardı. Belgelerde onun mührü ve imzası olmalıydı. Kethüda bu konuyu üstlendi. Generalin odasının anahtarları sürekli kilerde dururdu. Kendisi evde olmadığı zaman hizmetçi kızları götürür, odasını temizletir, yataklarını ben toplatırdım. İş bitince odayı ben kapatır ve anahtarı yemek odasındaki dolaba koyardım. Ve anahtarlar sürekli olarak burada dururdu. Bu nedenle mühür elimin altında sayılırdı. Mührün bir diğeri de kethüdanın kendisinde dururdu. Çoğu kez gönderilen yazılar bununla mühürlenirdi. Yani mühür işi kolaydı. Geriye imza meselesi kalmaktaydı.

            Efendinin imzası tek kalemden olacak şekilde ''Tiedmeir Graf von Schallenberg'' şeklinde yazılıyordu. ''Bunu nasıl yaparız'' diye düşündüm ve bir çare aradım. Efendinin imzası olan çok sayıda kağıt ve belge elimdeydi. Ona baka baka bir müddet alıştırma yaptım. İmzalı kağıtlardan birisinin üzerine beyaz bir kağıt koydum. Onu da bir sırça cam üzerine koyunca alttaki imza açıkça görünür olmuştu. Böylece kalemle resim yapar gibi imzayı kopyaladım.

            Belki de bundan dolayı özene bezene güzel bir belge düzenledi benim için. Belgede aslen Müslüman iken sonradan Hıristiyan olduğum yazıyordu: Bundan dolayı da serbest bırakılarak özgür kalmışım. Kağıdı bizim efendinin mührü ile mühürledikten sonra yukarıda söylediğim yöntemle imzaladım. İmza da çok güzel olmuştu. Artık yola çıkış için gerekli kağıtlarımız hazırdı. Sadece uygun bir fırsatı bekleyecektim.

            Bu sene Mayıs başlarında general ve eşinin şehirden altı mil kadar uzaklıktaki ılıcaya gitmek istediklerini duyunca çok sevindim. Tam aradığım fırsat ayağıma kadar gelmiş gibiydi.ben de hemen yolculuk hazırlıkları yürüttüm gizliden gizliye. Benim nereye gittiğim ve anahtarı neden teslim aldığı ona sorulduğunda kethüdanın nasıl cevap vermesi gerektiğini de hazırlamıştık: ''Bilmiyorum'' diyecekti.

            Bu günlerde Viyana'dan bir tüccar gemisi, Budin ve Varadin taraflarına gitmek üzere hazırlanıyordu.Geminin sahibini bulup görüştüm. Askeri malzeme naklediyormuş. Beni de Budin'e kadar götürmesi için anlaştım. İki altın peşin verdim. Kardinalin bize getirdiği Müslüman kadın da benim gideceğimi duymuş. Yola çıkmaya hazırlanırken yanıma geldi, ağlıyordu.

            ''Beni bırakma, kendinle birlikte götür, kurtar'' diye yalvarıyordu. Kabul ettim. Ama bize yük olacağı aşikardı. Çünkü yol arkadaşım Muhammed'in karısı ve üç dört yaşında küçük bir kızı vardı. Sonunda kabul ederek kararımızıverdik; bu kadını benim karım olarak tanıtacaktım. Bu nedenle adam geminin orta yerinde bize en uygun yeri gösterdi. Döşek, örtü, yorgan ve çeşitli malzemenin yanında silahlarımı da almıştım: Bir çift piştov ve bir filinta ile karabina...

             Gemiye binmeden aramızda sıkı sıkı sözleştik; kesinlikle Türkçe konuşmayacaktık, sürekli Avusturyalıların diliyle konuşacaktık.

            Paskalya orucunu otuz beş gün geçtikten sonra Kızılkule Kapısı yakınında, Leopoldus Stadt adlı yerden gemiye bindik. Gemi, nehirden aşağıya doğru Pojon tarafına doğru gidiyordu. Çoğu zaman gemi sahibini yemeğe çağırıyorduk.          

            Estergon'dan Budin'e giderken Wissegrad'dan aşağı, Budin'e yakın bir yerde, şiddetli bir gün doğusu rüzgarına yakalandık. Gemi hareket edemiyordu artık. Rüzgarın durmasını bekleyecekti. Ama ben sabırsızlanıyordum; bir an önce karaya çıkıp kalacak bir yerler bulmak istiyordum. Sonunda yanımdaki kadını da alıp bir balıkçı kayığına atladım. Fakat bunu yaptığıma bin pişman oldum. Rüzgar nehri açık deniz gibi dalgalandırmıştı. Kayığı dört kürekçi götürüyordu; dalgalarla boğuşmaktan Budin'e varıncaya kadar yüz kere ölüp dirildik. Bütün zorluğa rağmen gemiden önce Budin'e varmayı başardık. Kısa bir aramadan sonra nihayet şehrin Viyana yönündeki varoşlarından birisinde küçük bir Avusturya hanı buldum.

            Ve uzun bir mücadeleden sonra hür günler... Temeşvar'a varış...